13 Nisan 2020

bir günde ikinci post

Bugün yazmalara doyamadım. Çünkü beni çok saran bir film izledim. Böyle beni etkileyen şeylerden sonra kendimce araştırmalara dalıyorum burayı okuyan çoğunuz gibi. Önce ekşiye bakıyorum. Bilmediğim ve beğendiğim oyunculara bakıyorum. Müziklerine bakıyorum. Yönetmenle yapılmış röportajları izliyorum, dinliyorum. Böyle üç saat filan kopuyorum hayattan sanki ödev verilmiş gibi. Tabi bu bahsettiklerimi yaklaşık üç senedir filan yapamıyordum. Başka bir işin öğrenciliğindeydim.

                                                     Film izlerken Garbis çekmiş, hoşuma gitti.


Ama bu evde kalma sürecinde Garbis de işe gidemediği için kendime vakit ayırabiliyorum. Bu da bana inanılmaz bir keyif veriyor. Geçtiğimiz haftadan beri üç tane film izledik. Sondan başa gidersek bugün izlediğim Pelin Esmer'in 'İşe yarar bir şey' filmi ile başlayayım. Kaç zamandır instagramda severek takip ettiğim kişilerin paylaşımlarında görüyordum ama Pelin Esmer'in yönetmen koltuğunda olduğunu fark etmemiştim. Bilseydim hiç bekletmeden izlerdim. Çünkü 11'e 10 kala filmini çok sevmiştim. Ben zaten her zaman hayatın içinden karakterlerin günlük hayatlarını izlemeyi çok seviyorum. Bu filmin yarısı da yol hikayesi olarak geçiyor diyebiliriz. Edebiyat seven, Barış Bıçakçı'yı sever Onu seven de bu filmi sever diyorum:)


İkinci filmimiz bir dedektiflik hikayesi, zengin aile büyüğü verilen bir yemek sonrası ölü bulunur evlatları, torunu tombalağı herkes evdedir o gece peki onu aralarından hangisi veya hangileri öldürmüştür. Keyifli bir akşam filmi.

İlk izlediğim ise tamamen rastgele bulduğum bir netflix filmi. Çünkü herkesin aynı anda aynı şeyleri izlemesine biraz gıcığım galiba. Elbette benim de kesiştiğim şeyler oluyordur çoğunlukla ama çok da tercih etmiyorum. Bunun güzel afişini görünce festival filmi olduğunu anladım. Konuyu da kendimce ilk dakikalarda çözdüm sandım. Ama yanıldım. Film çok başka bir yere aktı. Şimdi yönetmenin adı neydi diye bakarken ki adı Taika Waititi imiş. Bugün izlemeyi programladığımız Jojo Rabbit filminin de yönetmenin o olduğunu fark ettim. Hayatımdaki bu küçük tatlılıkları seviyorum:) O filmi de afişi güzel geldiği ve konusu 2. Dünya Savaşıyla ilgili olduğu için seçmiştim. Çünkü yine afişten dolayı gözüme sanatsal gelmişti. Ben bu sırf bu sebepten izleyebilirim, konusu itibari ile de Garbis'i de düşünüyor olurum diye:)




Ne yazdım be! Yazamadığım günlere inat bir günde iki post. Sağlıcakla kalın.

yaşama sevinci

Doktor, kardeşime ve bana annemin kötü sonuna hazır olmalısınız demişti. Babam da yoktu yanımızda üstelik. Nasıl da bizim gibi küçük çocuklara güvenip bunu bize söylemişti. Biz kimdik ki...Bunu söylediğinde annem yürüyordu, duşunu alıyordu. Çok iyyidi sadece kan değerleri kötüydü o kadar. Ama geçecekti. Geçmedi. Her gün bir şeyleri yapamaz oldu. Kalkamaz, tuvalete gidemez ve en son konuşamaz hale geldi. Her şey inanılmaz derecede kötüydü. Tarif edilemez boyutta kötü bunu anlatmanın bir yolu yok bunu ancak yaşayanların bilebileceğini düşünüyorum belki bir de yazarların çünkü -ben bunları anlatmayı sevmem ama bu yazıyı yazmaya beni iten şey- az önce izlediğim Pelin Esmer'in 'İşe yarar bişey' filminde Cortazor'un bir hikayesini anlatıyorlardı. Ölümü kurtuluş gören bir adamın sarı bir çiçek karşısında hayret ve hayranlık içinde kalması. Bunu duyduğumda çok sarsıldım çünkü hastane bahçesinde sinir krizi geçirdikten kısa bir süre sonra hastane peyzajı içine yerleştirilmiş topraktan fışkıran çiçekleri görünce tam olarak aynısı hissetmiştim. Annem ölüyordu, dünyam kayıyordu ama gürül gürül bir hayat akmaya devam ediyordu. O nasıl güzel bir çiçekti, ölürsek biz de bir daha göremeyecektim onu. Ve evet ölecektim bugün annem yarın ben. Gerçekten öyle bir şey varmış. Yalnız askerler ve yaşlılar değil sıradan insanlar da ölüyormuş. Ama ben gurbette bir başımayken ne kadar da istemiştim bazen ölmeyi ya da öyle sanmışım ne budalaymışım. Yaşama arzusu ne denli büyükmüş içimde. Bunu görmek ve bu sefer de ölmekten korkmanın eşlik ettiği günler. Hayat tuhaf bir deney tahtası ama öyle güzel ayarlanmış ki her şey biz sıradan ölümlüler için. Şimdi yine benzer günler bir hastalık var ama bize gelmeyecek, gelmez ki değil mi:))

Üç film izledim geçen haftadan beri onları yazacaktım ama bu çıktı iyi ki de çıktı bazı acıları bir nebze bile konuşabilmek ilaç. Eğer dinleyenler acılardan beslenmiyorlarsa.

03 Nisan 2020

deneme bir iki



Yeni kayıta bastı ellerim ama kafamda ne var hiç bilmiyorum. Yazmayı ellerime bıraktım. Çayımdan bir yudum aldım. Bu sayfadan bugüne kadar ne ruh halleriyle ne heyecanlarla geçtiğimi düşündüm. Sanırım aktif  yazdığım yıllar hayatımın en pembe yıllarıymış. Ama bu konuya girmek istemiyorum. Hayat hepimiz için özellikle de bu dönem ekstra zor. İyi şeyler görmeli iyi şeyler duymalı bu zamanlarda insan. O yüzden eskisi gibi neler okuduğumdan, neler izlediğimden ve dinlediğimden bahsedeceğim bir süre umarım en kısa zamanda gezmelerden görmelerden de haber gelir.

Okumalara gelince elimde beş altı kitap gelip geçiyorlar. Zaman bahanesi yok artık hiçbirimizde belki problem başka yerlerde. Sanırım elimizdeki telefonlarda. Hele ki böyle kimselerle görüşemediğimde iyice instagrama düşüyorum. Bir de eski belam hay day e sardım. Bir yandan da kelimelik. Elim on dakikada bir telefonda. Geçtiğimiz günlerde elimden düşürdüm ekranın yarısı gitti, evren bana pahalıya mal olan bir mesaj vermeye çalışıyor diye yorumladım.

Yeni yemekler deniyorum herkes gibi. Yeni derken bana yeni tabi:) Pancarı haşlayıp rendeleyip sarımsaklı yoğurtla karıştırdım benim için yüzyılın buluşuydu aklım neredeymiş bunca yıl...Gerçi sarımsaklı yoğurdu neye koysan güzel oluyor ayrı mesele.

İzlemek deyince çernobili izledik. Beş bölümlük mini dizi, yakın tarihimizde yaşanan bu olayın etkileri benim çocukluk dönemime denk geliyordu ve anımsadığım tek şey Levent Kırcalı 'olacak o kadar' parodileriydi. bir aydınlama yaşadım iyi oldu. Garbis de 32. gün de bu konuyu işlediklerini hatırladı. Sonra baktık ki Mehmet Ali Birand patlamaya sebep olduğu düşünülen adamla görüşme yapmış. Etkileyici fırsat bulursam onu da izlemek istiyorum.

En son da Alice Miller okudum. Sizi üzen yakınlarınızı affetmek zorunda değilsiniz. Çoğu  terapistin  nihai hedefi budur. Onun yerine sizin yaralarınızı şefkatle saracak bir terapist bulun ve buna kendinizi mecbur hissetmeyin demiş. Değişik ve rahatlatıcı gelse de insan sevdiğini ne yaparsa yapsın her koşulda her şartta seviyor da sevmediğini de ilk dokunuşta eliyor. Aslında önemli olan sevmek zorunda bırakıldıklarımızı sevmediğimiz için vicdan azabından kurtarabilmek de...bizim az sevdiklerimiz ve bizi az sevenler aynı kişiler değil her zaman maalesef.

O değil de yeşillikleri çok özledik onu ne yapacağız.
 Bir şeyler karaladım burada olan varsa ses etsin mutlu olurum:) Nâzım'la bitiriyorum.

...ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman
İçeride on yıl, on beş yıl,
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil,
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.


ps:Foto Nagoya'da en çok sevdiğim dükkan Franc&Franc'den. Nereden baksan beş senesi var. Umarım yine gidebiliriz bir gün